SARDES ARTEMİS TAPINAĞI

İzmir-Ankara karayolu üzerinde, Manisa’nın Salihli İlçesi’nin 8 km kadar batısında, Sart (Paktolos) Çayı yakınındadır.

Sardes’ de çok iyi korunmuş olarak kalan yapılardandır. Tmolos Dağı’ nın sırtları ile eski Lydia merkezinin akropolü arasında yer alan bu güzel tapınak antik çağa ait en göz alıcı kalıntıları oluşturmaktadır.

Artemis Tapınağı Sunağı
Sardes’ deki orijinal Artemis Tapınağı, Büyük İskenderin’ in kente Helen yaşam tarzını yerleştirmesinden sonra M.Ö. 5. yüzyılın sonundan itibaren bu yörede Artemis’ e adanmış bir sunak bulunuyordu. İlk Amerikalı araştırıcılarca “ Lidya Yapısı” olarak belirtilen 21 x 11m. Ölçülerin de ve kırmızı kumtaşından yapılmış bir sunağın kalıntıları, batıdan tapınağa birleştiği yerde halen ayaktadır. Merdivenlerin konumundan anlaşılacağı üzere sunakla birleştiği için aynı yöne bakıyordu. Efes ve Menderes Magnesiası’ ndaki Artemis tapınaklarının da batıya bakmaları, bunların eski bir Anadolu dinsel kültü ile ilişkili olduğu düşüncesini akla getirir. Gruben, Xenophon’ a göre (Anabasis I, 6, 7), önünde Kyrus ile Orantas’ın uzlaştırdığı gerçek Artemis sunağının kırmızı kumtaşından inşa edilmiş olan yapıt olduğunu ileriye sürmektedir. Bu düşünce doğru olabilir. İki Perslinin uzlaşmasının, bu sunağın önünde olması buarada yalnız Helenli Tanrıça Artemis’ e tapılmadığını, aynı zamanda yerli bir tanrıçaya, herhalde Kybele’ ye de tapıldığını ortaya koymaktadır. Gerçekte, Alacahöyük civarındaki Kalehisar’ da Sardes’ deki Artemis tapınağında olduğu gibi merdivenle çıkılmakta ve bunlar bir açık-hava kültü ile birleştirilmektedir.


İLK EVRE

G. Gruben, Artemis Tapınağı’ nın üç evre geçirdiğini kesin ayrıntılarıyla son yıllarda ortaya koymuştur. 23x 67,52 m. Ölçündeki ilk yapı dipteros olarak düşünülmüştür. Ancak iki sıra sütunlu peristasisin yapımı ertelenmiş ve yalnız naos bölümü inşa edilmişti. Böylece pronaos, cella ve opisthodomostan oluşan bu yapı, içteki sütunlar ile birlikte birinci evrede inşa edilmişti.

Naosun, dar yüzün üç katı uzunluğunda oluşu, Efes tipinde ince uzun bir dipteros yaratmak düşüncesiyle hareket edildiğini ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, etrafına çeviren sütunların yapımının ertelenmesinden sonra, zamanın sanat eğilimine uyularak dipteros düşüncesi terkedilmiş ve onun yerine bir pseudo-dipteros planı uygulanmıştır. Sardes’ teki tapınak ile onun örnek aldığı Efes ve Didyma’ daki tapınaklar arasındaki esas farklı nokta, cellanın bir sekos biçimindeki gökyüzüne açık olmaması idi. Sardes’ deki yapı bir eski kültle birleştirildiği ve tapınak sunağının üstü de açık bırakılmış olduğu için sekos gereksiz olacaktı; bundan ötürü, cellanın üstü örtülmüştür. Bununla beraber, birinci tapınak Arkaik tipte yapılmış olup Priene’deki Athena Tapınağı’nın mimarı olan Pythros’un etkisini kuvvetle göstermektedir. Sardes’ deki Artemision’ un iki sütun arası genişliğinde olan dar opisthodomosu ile derin biçimli pronaosu, Priene tapınağındakilerin aynen bir kopyasıdır. Gerçekten, doğu tarafta, ikinci sıranın ortasında duran ve M.Ö. 3. yüzyılın başına tarihlenen iki sütun, 1,56 m.’den daha küçük bir çapa sahiptir ki bu, orijinal sütun yüksekliğinin (15,56 m.) tam onda birine eşittir; bu, Priene örneğinin bir özelliğidir. Gruben, 2,17 m. yüksekliğindeki sütun kaidelerinin fes’teki Artemision’da olduğu gibi kabartmalarla işlenmesinin düşünüldüğünü ancak bir biçimde bırakıldıklarını belirtmektedir. Bununla beraber yine Gruben’in belirttiğine göre bu sütunlar ve kaideler büyük bir olasılıkla, birinci tapınağın opistodomosunda bulunuyorlar ve böylece dışarıdan da görülüyorlardı.
Tapınağın pseudodipteros planı ikinci yapı evresinde gerçekleştirilmiş olmalıdır. 3. yüzyılın başında tapınağın pseudodipteros olarak yapılmasının planlandığı düşüncesine katılmak zordur. Eğer böyle olsa idi, Sardes’deki tapınak eşsiz bir örnek olacaktı, çünkü bu mimari 4. yüzyılın sonunda ya da 3. yüzyılın başında henüz düşünülmemektedir. En uygun açıklama yukarıda verilendir; yani genel plan daha çok bir arkaik dipteros düşüncesine doğru eğilim göstermektedir.
Gruben, sunak ile naos arasındaki platformun birinci evrede yapıldığını ve bunun güneyi ile kuzeyinde merdivenlerin bulunduğunu belirtmektedir. Eğer plan çift bir peristahsis ve batı tarafta da bir portikoya göre düzenlenmiş olsaydı, bu platform gerekli olacaktı. Nitekim bu plan, birinci yapı evresinde uygulanmamıştır. Bu gün yalnız bu platformun kuzeydeki merdivenleri göze çarpmaktadır.
Amerikalıların yönettiği kazılarda ele geçmiş olan üç başlık G, D ve C harfleri ile işaretlenmiş ve birinci yapı evresine tarihlenmişlerdir. Bunlardan ikisi tapınakta kalmışken, C harfi ile adlandırılmış olan başlık bu gün New York’taki Metropolitan Müzesi’nde bulunmaktadır. Bu başlıklar M.Ö. 300 yıllarına tarihlenmektedir ki bunu zamanda Gruben’ de saptamıştır. Başlıkların volütleri arkaik örneklere benzemektedirler ve onlar gibi büyüktürler; her volüt başlık genişliğinin üçte biri ölçüsündedir. Buna ek olarak volütlerin kanalisinin en alt bölümü, belirgin olarak yay biçimindedir. Ekhinus üzerindeki yumurta sırası klasik tipe yakındır. Öte yandan, köşe palmetlerinin çevresinde ve C başlığının kanalisinin üzerinde yer alan akantus yaprakları gibi yeni özelliklerin varlığı, açık bir şekilde görülmektedir. Böylece bu sütunların Klasik ve Arkaik geleneklere bağlı sanatkarların eserleri oldukları ortadır. Bunlar Olgun Helenistik Stilin izlerini göstermektedirler. Bu nedenle bu sütunlar, M.Ö. 300 yılları civarında işlenmiş olmalıdırlar. Bu sonuçtan da biz, tapınağın opisthodomos, cella ve pronaosunun, kült heykeli ile birlikte en geç 3. yüzyılın tamamlandığı sonucuna varabiliriz.

İKİNCİ EVRE ,
Gruben’in planında açık olarak görüldüğü gibi ikinci yapı evresi, pristahsisin yapımı ile başlamıştır. Doğu cephede 13 sütunun temelleri atılmış ancak inşaat burada durmuştur. Yapı sürdürülse idi, tapınak kısa kenarlarında 8, uzun kenarlarında 20 sütunlu bir pseudodipteros olacaktı. Bunun yerine opisthodomostaki iki sütun öne doğru getirilmiş ve buraya 4 adet sütun eklenerek 6 sütun prostylos biçimli bir portiko yaratılmıştır. Batı da da aynı şekilde de bir portikonun yapılması düşünülmüştür, ancak bu durumda pronaosun yalnız batıdaki iki sütunu ileriye doğru taşınmış ve dış bölümde başka hiçbir yenileme yapılmamıştır. Bu gün doğu cephede ön sırada güneyden üçüncü olarak duran sütunun başlığı( yani halen ayakta duran iki sütundan en kuzeydeki) stil yönünden Helenistik Dönem’dendir ve gerçekte prostylosu oluşturan sütunlardan birine aittir. Gruben bu başlığın bugün üstünde durduğu sütun için gerçekten çok küçük olduğunu kanıtlamıştır. Bu başlık gerçektende 10 cm daha küçük olan ve ikinci yapı evresinde doğu portikusa eklenilen sütunlarda (yani, 1,89 m. alt çapı olan sütunlar) birine aittir. Böylece tartışmalı olan başlık ikinici yapı evresinin tarihini belirlemektedir. Bu başlıkta kanalisin altındaki düz çizgi, aynı tipteki Didymaion başlıklarında olduğu gibi Hermogenes dönemine işaret eder. Bundan da başlık, yaklaşık olarak M.Ö. 2. yüzyılın ikinci dörtlüğüne tarihlenmektedir. Planın gösterdiği gibi ikinci yapı evresinde, ön sırada 8 sütun için temellerin bulunuşu da aynı zamanda Hermogenes Döneminin bir özelliğidir. Bu sırada ortadaki iki sütun arasındaki açıklık aynı evrede ileriye doğru çıkarılmış iki sütun arasındakine eşittir, yani doğu taraftaki orta açıklık, aynı evrede ileriye doğru çıkarılmış iki sütun arasındakine eşittir. Yani doğu taraftaki orta açıklık ile batı taraftaki orta açıklık, aynı doğrultuda bulunmaktadır. Bu kitabın Helenistik Dönem bölümünde bahsedildiği gibi kesin bir şekilde eksen düzenine uyum, özellikle Hermogenes’ in Menderes Magnesiası’ndaki Artemis Tapınağı’nda görülebilir. Bundan ötürü ikinic yapı evresi M.Ö. ikinci yüzyılın ikinci dörtlüğüne tarihlenir.

ÜÇÜNCÜ EVRE
Gruben’in Artemis Tapınağı’nın üçüncü yapı evresine ait olan planı ikinci yapı evresinde doğu ve batı portikolarında başlayan çalışmanın tamamlanmış olduğunu göstermektedir. Bu yapı sürdürülürken ikinci yapı evresinde temelleri korunmuş olan peristahsis sütunlarının ikisi hariç kalanların tümü dikilmiştir. Ayrıca iki uzun kenardaki sütunların tamamı ve batı tarafta da yalnız bir sütun için temeller yapılmıştır. Peristasis sütunları yükseklikleri 17,73 m. İken, 2,00 m.’lik bir alt çapa sahiptirler ve bu 1:9,9’luk bir oran vermektedir. Böylece, çüncü yapı evresine ait olan sütunlar nispeten kısa ve kalın iken ikinci yapı evresine ait olan sütunların ince, birinci yapı evresine ait olanların ise, onlardan daha da ince uzun oldukları anlaşılmaktadır. Peristasisin doğu ön yüzü üzerinde dokunulmamış bir şekilde ayakta duran iki sütundan güneydekinin üstündeki başlık, orijinaldir. Ekhinusun üzerinde yer alan yumurta sırası süsündeki ok ucu biçimli diller bu başlığın M.S. 2. yüzyıla ait bir eser olduğunun ortaya koyar. Naosun planı dikkatli incelenirse, üçüncü yapı evresine ait olan Roma yapısının bu döneme ilişkin diğer özellikleri görülebilir. Bu evrede naosunaşağı yukarı ortasından bölünmesiyle prostylos tipte iki simetrik tapınağın oluştuğu görülür. Doğudaki cellada eski kült heykeli bulunurken, batı cellasının içine yeni bir kült için, bir heykel kaidesi yerleştirlmiştir. En eskisi M.S. 127 yılına tarihlenen Roma çağına ait yazıtlar kuzaybatıdaki merdivenin önünde orijinal yerlerinde bulunmaktadır. Gruben bunların üçüncü evrenin yıkıntılarının ve yapı malzemelerin altında kaldıklarını saptamıştır. Bu nedenle, naosta yapılan yenilemelerin M.Ö. 127 yılından sonra gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Gruben doğudaki girişin süslenmesinin de M.S. 2 yüzyıla özgü olduğunu belirtmekte haklıdır. Doğu tarafta, ön sırada kuzeyden dördüncü sütun kaidesinin üstünde bulunan ve eskiden M.S. 17 yılından az sonraki bir tarihten olduğu düşünülen bir yazıt, Franke tarafından şimdi M. S. 150 yılına tarihlenmiştir. Aynı şekilde kuzeyden yedinci sütunun başlığının M.S. 2. yüzyılın ortasında yapıldığı da belirlenmiştir. Bunlara ek olarak, imparator Antoninus Pius’un karısı I. Faustina’ yı tasvir eden ve doğudaki prostylosun cellasında ele geçen büyük bir baş gösterilebilir. I. Faustina M.S. 141 yılında ölmüş olduğundan ve ölümünden sonra tanrılaştırıldığından, bu evrenin M.S. 2. yüzyılın ortasına tarihlenmiş olması kesindir. Bu tarihten sonra, tanrıça Artemis 400 yıllık tapınağın I. Faustina ile paylaşmaya zorlanmıştır.
Artemis Tapınağı’nın güneydoğu köşesinin yanında bulunan bir yapının kalıntıları M.S. 4.yüzyılda inşa edilmiş bir kiliseye aittir ki bu dönemde Sardes de Hıristiyanlık paganizmin yerine geçmiştir.

E. Akurgal, Anadolu Uygarlıkları, 2000.

ÇATALHÖYÜK
9 Bin Yıllık Buğday
Moleküler filogenetik analizler sayesinde modern bitki ve hayvan türlerinin genetik özellikleri eski dönemlere ait ilk evcil hayvan ve ilk tarıma alınmış bitki türlerinden alınan DNA ile karşılaştırılıyor. Bu sayede türlerin ataları, geldikleri coğrafya, bugüne kadar geçirdikleri değişim ve yayılım alanları anlaşılabiliyor.
(Makarnalık buğday (Triticum durum), ekmeklik buğday (Triticum aestivum), Diyarbakır Karacadağ’da yetişen ve tüm einkorn buğdaylarının atası olan einkorn-yabani kaplıca buğdayı (Triticum monococcum) (soldan sağa).
Çatalhöyük'te yaklaşık 9 bin yıl öncesine ait evlerin içinde bulunan ekmeklik buğdayın varlığını ilk kez ispatlayan moleküler filogenetik çalışmaları ODTÜ Kimya Bölümü, Biyokimya ve Biyoteknoloji Enstitüsü Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Mahinur Akkaya ve ekibi tarafından yapıldı. Bu sonuç, Neolitik dönemde Çatalhöyük'te yaşamış insan topluluklarının ekmeklik iyi kalitede buğdayı yetiştirdiklerini ve besin olarak tükettiklerini gösteriyor. Prof. Akkaya'nın çalışmasında elde edilen DNA, şimdiye kadar analizi yapılanlar içinde en eski tarihe ait olanı. Neolitik dönemde tahılın ekmek yapımında kullanıldığı ihtimalini güçlendiren bir buluş. Işık mikroskopu ile yapılan makrobotanik analizler her zaman bitki türünü kesin olarak vermiyor. Makarnalık buğday (Triticum durum) ile ekmeklik buğdayın tane olarak birbirinden ayrımı da bu analizle çok zor. Ancak moleküler filogenetik araştırmalar bu ayrımı sağlıyor. Daha önce yapılan arkeobotanik analiz sonuçlarından Çatalhöyük'te ekmeklik buğdaya ait rakis segmentlerinin (saman artıkları) varlığı biliniyordu ancak tahıl tanesi olarak varlığı anlaşılamamıştı.
Ekmek yapımında kullanılan ekmeklik buğday, ataları olan yabani türlerin melezleme yolu ile insan tarafından tarıma alınıp genlerinin değiştirilmesiyle ortaya çıktı. Tarıma geçiş yapılan ve Neolitik dönem adıyla anılan ilk dönemlerde insan topluluklarının buğdayı daha çok lapa yaparak veya pilav gibi pişirerek tükettiği düşünülmüş, ekmek yapımına daha sonraki dönemlerde geçildiği varsayımı ağırlık kazanmıştı. Daha önce Diyarbakır ilindeki Kara-cadağ eteklerinde yabani kaplıca (einkorn-Triticum monococcum subsp. boeoticum) buğdayının bütün tarıma alınmış einkorn buğdaylarının atası olduğu Almanya'nın Max Planck Enstitüsü'nde yapılan DNA analizleri sonucunda saptandı. İlginç bir şekilde makarnalık buğdayın ataları (Triticum diccocoides, yabani siyez buğdayı-yabani emmer buğdayı) bu dağda yetişiyor. Caferhöyük, Çayönü ve Nevalı Çori gibi ilk tarım aktivitelerinin başladığı eski yerleşim birimlerinden elde edilen arkeolojik veriler kaplıca buğday ve makarnalık buğday türlerinin tarımının ilk kez Karacadağ yakınlarında yapıldığını gösteriyor. Yine Aegilops squarrosa yabanıl türün kültüre alınmış ekmeklik buğdaylara D genomunu aktaran ataları Türkiye'de Güneydoğu Anadolu'da yetişiyor. Ekmeklik buğdaya özgü D genomu, bu türü makarnalık buğdaydan ayırıyor. Aynı makarnalık buğday gibi, ekmeklik buğday da muhtemelen ilk kez Yakındoğu'da tarıma alındığı dönemden itibaren Avrupa'ya ve Balkanlar'a yayılım gösterdi. Ekmeklik buğday Avrupa'da Neolitik ve Bronz Çağı dönemlerinde başlıca tahıl ürünü oldu. Bu nedenle ekmeklik buğdayın kökenlerine yönelik bulgular, tarımın Yakındoğu ve Avrupa'da yayılımında rol oynadığı düşünülen genlerin değişimine ve ilk kez hangi alanlarda tarıma alındığına da ışık tutacak.



YAZI: AYLAN ERKAL / ATLAS TEMMUZ 2008, SAYI 184

KERPİÇTEN TARİH

Yaklaşık 2.5 milyon yıl önce ilk taş aletleri yapmaya başlayan insan biyolojik evrimin yanı sıra kültürel evrim sürecine girdi. Başarısının özünde alet yapması ve yeteneklerini geliştirme çabası yatıyordu.



İran'ın en önemli kültürel değerlerinden, kerpiçten Bem Kalesi ve kenti 2003 yılında depremle büyük hasar gördü. Fotoğraftaki muhteşem kerpiç yapılar artık yok. Bunun sonucu olarak barınma ihtiyacını ilk önce mağara, kaya sığınağı gibi doğada hazır bulunan ortamlara sığınarak giderdi. Aslında bu çevresindeki diğer canlıların yaptığından pek farklı değildi. Ancak zamanla taş dizileri ya da üzeri deri kaplı hayvan kemiklerinden, dallardan basit yapılar inşa etmeye başladı. Yaklaşık 12 bin yıl önce, iklimdeki değişime paralel olarak beslenme ekonomisinde de köklü değişiklikler yaşandı. Avcı ve toplayıcılığa dayalı beslenme alışkanlığı zamanla tarım ve hayvan besiciliğine dönüştü. Bu dönemde artık basit barınaklardan oluşan geçici yerleşmelerin yerini sabit köyler almıştı. Öncesinde olduğu gibi insan yine doğa ile işbirliği içindeydi ve onun sunduğu malzemeyi işleyerek boşluğu sınırlıyor, konutlar inşa ediyordu. Malzemesi rahatlıkla ulaştığı taş, çamur ve ağaçtı. Bunlar arasında çamur dünyanın hemen hemen her yerinde en ucuz ve en kolay ulaşılanıydı. Mimarlık tarihçileri çamura, dolayısı ile kile dayalı mimariyi insanoğlunun akıl ettiği en zekice buluş olarak kabul eder. Yerleşik yaşam ile birlikte kilin kullanımına ilişkin verilerin sayısı artar. Kil doğal bir malzemedir ve herhangi bir katkıya ya da işleme ihtiyaç duymadan kullanılabilir. Kerpiç elde etmek için ise kile bilinçli olarak kum, saman ya da hayvan kılı gibi katkı yapılması gerekir.Kerpicin kullanımına ilişkin ilk kanıtlar 10 bin yıl öncesine, Neolitik Çağ'ın başlarına dayanır. Başlangıçta yığma tekniği ile yapılan örneklerin yerini kısa zamanda günümüzde pise adı da verilen, somun biçimli kerpiç topanlarının kullanıldığı duvarlar alır. İstenilen biçim verildikten sonra güneşte kurutulan kerpiç artık modüler bir yapı malzemesidir. Bu tür kullanımın en eski kanıtlarına Irak'ın Musul bölgesindeki Nemrik ve Tell M'lefaat yerleşmelerinde rastlanır. Anadolu'daki en eski örnekler Diyarbakır'da Çayönü yerleşmesinden bilinir. İÖ 8500 yıllarında Çayönü'de kerpiç duvarlar yığma ya da kalıp tekniği ile yapılmaktadır. Aynı yıllarda tüm Yakındoğu'da kerpiç kullanımın yaygınlaşır ve İÖ 8. binlerde yığma ve pise tekniklerinin yanı sıra dörtgen biçimli kerpiç bloklar da görülür. Bu dönemde Orta Anadolu'da ise levhalar halinde kerpiç kullanımına rastlanır. Örneğin Niğde'deki Aşıklı Höyük'te nehir yataklarındaki milli-killi topraktan kürek gibi bir aletle kesilerek çıkartılan ve olasılıkla üstündeki bitki tabakası yüzünden dağılmadan rahatça taşınabilen tuğlaya benzer kerpiç levhalar kullanılır. Bunlar uzunluğu bir metreye yakın, hemen hepsi ortalama 24 santimetre genişlikte levhalar halindedir. Yaşken üst üste yerleştirilen bu levhaların arasında kül ve yanıklı moloz karıştırılarak hazırlanan bir harç kullanılmıştır. Bu geleneğin daha sonra Çatalhöyük'te de devam ettiği bilinmektedir. Neolitik Çağ'da kerpiç kullanımı sadece duvarlar ile sınırlı değildir. Kerpiç, duvar sıvalarında, yer döşemesinde, mekân içlerindeki bölme, ambar gözü gibi öğelerin yapımında ya da dam yapımında yaygın olarak kullanılır. Kerpicin bu ilk kullanım aşamalarında bir sıra düzenin olmadığı, aynı dönem içinde farklı tekniklere rastlandığı gibi bunlara yenilerinin eklendiği ya da bazılarının terk edildiği bilinir. Nitekim değişen ihtiyaca göre kolayca şekillendirilebilen, aynı zamanda modüler özeliğe sahip bu yapı malzemesinin kullanımı da hızla değişir. Yakındoğu ve Anadolu'da MÖ 6. binyılda yaygın olarak kalıp Kerpice rastlanırken, Avrupa'da ahşap bir iskelete sahip yapıların Kerpicle kaplandığı, dolayısı ile bir dolgu malzemesi olduğu görülür. Sonraki dönemlerde Kerpicin önceden bilinen her biçim ve teknikte örneklerine rastlanır; ancak kalıp tekniğinin giderek öne çıktığı ve boyutlarda bir standarda doğru gidildiği görülür. Kerpiç artık insan için anıtsal boyutlarda yapılar inşa edebileceği bir malzemedir. Gerek ihtiyaca gerekse kontrol edilebilir işgücünün artmasına paralel olarak seri üretimi yaygınlaşır. Örneğin Mısır'da her yıl Nil Nehri'nin taşkınları ile biriken otlarla harmanlanmış çamur bir anlamda hazır kerpiçtir. Büyük usta Imotep Kerpici İÖ 2650 yılında Mısır Firavunu Djoser için Sakara'da inşa ettiği ilk piramitte kullanır. Tunç Çağı Anadolu'sunda kerpiçten inşa edilen yapıların boyutları da anıtsallaşır. Hitit başkenti Hattuşa'da olduğu gibi anıtsal sur duvarları dahi Kerpicle örülür. 65 kilometre uzunluğundaki Hattuşa surları aşılması güç bir set duvarı oluşturur, kuleleri 12 metreyi bulur. Kerpicin inanılmaz boyutlarda kullanıldığı diğer bir yer ise İran'ın güneydoğusundaki Bem kentidir. Önemli bir kısmı Safeviler (1502-1722) tarafından inşa edilen kent 6 kilometrekarelik bir alana yayılan kerpiç yapılardan oluşur. Buradaki dünyanın en büyük kerpiç kalesi 'Erg-e Bem' (Bem Kalesi) 180 bin metrekareyi kaplar. Sasani İmparatorluğu döneminde kurulan kale 1815 metre uzunluğunda, 7 metre yükseklikte surlarla çevrilidir ve surlarda 67 kule yükselir.Kerpicin kullanımı farklı işlemlerden geçerek yakın zamana kadar devam etse de günümüzde önemini yitirerek daha çok köy evlerinin yapımında kullanılan sıradan bir malzemeye dönüşür.

YAZI: DOÇ. DR. NECMİ KARUL / Atlas Mayıs 2008, sayı 182

Ankara, 3000 yıl kadar önce kurulmuştu. Galatlar bu kente, "durduran, yol kesen" anlamına gelen Ankyra adını verdiler. Bu deyim daha sonra gemicilikte kullanılarak gemi çapası (Anchor) anlamını aldı. Deyimin, bugün Kale'nin bulunduğu kayalık alanın konumu yüzünden düşünüldüğü anlaşılmaktadır.

Bir de Engürü vardır Ankara'nın isimleri arasında. Söylenceye göre bu adın aslı Farsça "üzüm" sözcüğünün karşılığı olan "Engür"dür. Engürü adı da, bir zamanların bağlık bahçelik Ankara'sını çok güzel anlatan adlardandır. Sırası gelmişken belirtelim ki, Ankara ve çevresi üzümün anavatanıdır. En iyi şarapların da Çankaya'nın Kavaklıdere'sinde yapıldığı bilinir. Kim bilir, belki de Anadolulu Baküs Çankaya'da doğmuştur.

Ankara'nın kurucularına ilişkin iddialar bir değil, ikidir. Uzmanlar Ankara'yı ünlü bir baba oğul arasında kime mal edeceklerini şaşırırlar. Bir rivayete göre, Ankara'nın kurucusu Frig Kralı Gordios'tur. Bir rivayete göre de onun oğlu Midas'tır.

Hititler döneminde Ankara bir askeri garnizon olarak kullanıldı. Daha sonra bu alandaFrigyalılar egemen oldular ve kenti kuran da onlar oldu.

M.O. 700'den sonra kentin yeni hakimleri olarak Lidyalılar'ı görüyoruz.

M.O. 547 tarihinden itibaren de iki yüzyıl kadar kent ve bölge Pers egemenliği altında kaldı.

M.O. 333 yılında Büyük İskender kenti Makedon-Helen egemenliğine soktu. Gordion'un ünlü ve efsanevi kördüğümünü çözemeyince kılıcıyla kesen İskender'in, yörede bir süre kaldığı biliniyor. Ankara Kalesi de bu dönemde Anadolu'ya gelen Galatlar tarafından yapıldı.
M.O. 189 yılında Romalı Komutan Vulso, Galatlar'ı yenerek Ankara'yı Roma egemenliğine aldı. Ankara'yı uzun yıllar egemenlikleri altında tutan Romalılar zamanında kente önemli yatırımlar yapıldı. Bugün Ankara'da, Roma döneminden kalma hamam, tapınak, sur, agora, hipodrom, sütun, tiyatro gibi çok sayıda eser görülür. Örneğin, Ulus'ta, Hükümet Meydanı'ndaki Julianus sütunu bunlardan biridir. Roma İmparatoru Julianus'un M.O. 362'de Ankara'dan geçişi anısına dikilen bu sütun, yivli taşlardan oluşmuş ve yaprak biçiminde bir taçla süslenmiştir. Yeri, bu yüzyılın başında, iki yüz metre kadar kuzeye taşınarak değiştirildi. Halen kalıntıları bulunan Roma Hamamı, döneminin dünyadaki üç büyük hamamından biri olaraknitelendirilir. 1939'da başlanan bir kazı sonunda ortaya çıkan, 12 külhanlı, dev boyutlardaki bu hamamın M.S. 2. yüzyıl sonu ile 3. yüzyıl başında yapıldığı bilinmektedir. Hamamda, yılan tutan kocaman bir elin varlığı, yapının, Sağlık Tanrısı Asklepius adına inşa edildiğini düşündürmektedir. Hamamın ortaya çıkarılması amacıyla yapılan kazılarda Roma İmparatoru Caracalla ve annesi Julia Domna adına çıkarılmış çok miktarda sikkeye rastlanmıştır. Taş temeller üzerine oturan hamamın dış duvarları, dört sıra tuğlanın üs tüste konmasından oluşmaktadır. İç duvarlar ise mermerle kaplıdır. Kente 60 km. uzaktaki Elmadağ'dan taş borularla getirilen su, bu hamamla birlikte bütün mahallelere dağıtılıyordu.
Hacıbayram Camii'nin yanında yer alan Augustus Tapınağı konusunda Prof. Dr. Akurgal şunları yazıyor:"Roma İmparatoru Augustus (M.Ö. 27-M.S. 14), ölümünden on altı ay önce Vesta Rahibelerine dört belge teslim eder. Bunlardan biri vasiyetnamesidir; ikincisi cenaze töreni hakkındaki buyruklarını, üçüncüsü imparatorluğun parasal ve askeri durumu ile ilgili kayıtlarını kapsamakta, dördüncüsü ise yaşadığı sürece yaptığı işleri (icraatı) anlatmakta idi."Bunlardan ancak sonuncusu, 'index rerum gestarum', Ankara Augustus Tapınağı'nın duvarlarında iki dilde, Latince ve Helence yazılmış olarak günümüze değin gelmiştir. Buna karşılık madenden iki levha üzerine yazılı olup Roma'da imparatorun mezarının önünde yer alan orijinal metin ise tamamen yok olmuştur."Güzel bir rastlantı sonucu 'Res Gestae Divi Augusti' (yani tanrılaşmış Augustus'un yaptığı işler) adını taşıyan bu kitabenin günümüze değin bilinen diğer iki kopyasına ait parçalar yine Anadolu'da ele geçirilmiştir. Şimdi Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde saklanmakta olan bu parçalar Ankara Tapınağı'nın bazı eksik bölümlerinin tamamlanmasında yardımcı olmuşlardır...

"Augustus'un uğraşılarını anlatan Latince metin, tapınağın Pronaos (ön oda) adı verilen iki yan duvarının iç yüzeylerinde yer almaktadır. Yazıt Hacıbayram Camii'ne yakın olan duvarın üstünde halen okunaklı iri harfler halinde 'Re-rum gestarum divi Augusti' (yani tanrılaşmış Augustus'un icraatı) sözcükleri ile başlar ve duvarın büyük bir bölümünü kaplar. Latince yazıtın arkası, onun karşısında kalan duvarın iç yüzünde devam eder. Latince metnin Helence çevirisi ise bu duvarın, yani batı-doğu doğrultusundaki tapınak duvarının dış yüzündedir. 0 tarihlerde Ankara'da konuşulan dil Helence olduğu için yazıtın Helenceye çevrilmesi gerekiyordu...

"Eski tarih boyunca Ankara'nın akropolisi (tepe kenti) Hacıbayram Camii'nin bulunduğu yerde idi. Roma döneminde Ankara kenti, Roma ve Augustus Tapınağı'nın bulunduğu bu kutsal tepenin etrafını çeviriyordu. Çankırı Caddesi üzerindeki Roma Hamamı, Kale dibindeki Roma Tiyatrosu ve Hisar'daki Kale'nin kendisi Roma kenti sınırlan içindeydi. Kentin kuzey ucu Radyoevi'ne doğru uzanıyordu. Roma dönemi sikkelerindeki tasvirlerden ve yazıtlardan anlaşıldığına göre Ankara'da Romalılardan önce Tanrı kadın Kybele'ye (bereket tanrıçasına) ve Ay Tanrısı Men'e tapılıyordu. Kybele, Çatalhöyük'te gördüğümüz üzere, daha neolitik çağda, yani M.Ö. 7. ve 6. binlerde Anadolu halklarının başlıca Tanrısı olduğu gibi, Frigler'in de en önemli Tanrısı idi. Men de bir Anadolulu Tanrı olup büyük olasılıkla Luvi kökenlidir. Ona özellikle Frigya ile Lydia bölgelerindeki yerli halklar tapınıyordu. Helenler'in Ay Tanrısı dişi olup adı Selene idi. Bununla beraber aynı bölgelerde yaşayan Helenler de Men'e tapıyorlardı."Augustus Tapınağı'nda cephenin ve giriş yerinin Helen kutsal yapılarındaki gibi doğuya değil de, batıya dönük oluşu da burasının eski Anadolu geleneğine, yani Helenler'den öncekidönemlere ait bir tapınma yeri olduğuna işaret etmektedir...

"Bizans çağında Augustus ve Roma Tapınağı'nı kiliseye dönüştüren Hıristiyanlar, cella'nın (ortadaki büyük odanın) güney duvarında üç pencere açmışlar ve cella ile opisthodomos'un (arka odanın) arasındaki duyan yıkarak orayı bir Krypta haline sokmuşlardır." (Ankara Dergisi, s. 1. 1990)

Türkler, Augustus ve Roma Tapınağına hiç dokunmadılar; ona saygı ve hoşgörü göstererek Hacıbayram Camii'ni kilisenin hemen yanı başında inşa ettiler.Kentin onarılıp güzelleştirildiği dönem olmuştur Roma dönemi. Hatta çılgın imparator Neron, Ankara'yı Metropol yani Başkent ilan etmişti. Bu döneme ait yazıt ve sikkelerde Ankara'nın başkent olduğu açıkça yazılıdır. Bir başka Roma İmparatoru Caracalla da, kenti çevreleyen surları onarmıştı.

Ankara Kalesi'nin eteklerinde bir bedesten ve iki hanın onarılıp müzeye dönüştürülmesiyle kazanılan çok değerli bir yapıda, taş devrine ait bulgulardan, anılan Roma dönemi kalıntılarına kadar pek çok eser sergilenmektedir. Müze şimdilerde Anadolu Medeniyetleri Müzesi olarak adlandırılıyor.( http://www.cankaya-bld.gov.tr/ alıntıdır.)

ATATÜRK ve ARKEOLOJİ

ATATÜRK, Arkeolojinin bir bilim dalı olarak eğitim dünyamızda yer almasını sağlamıştır.
"Bir vatanın sahibi olmanın yolu, o topraklarda yaşanmış tarihi olayları bilmek, doğmuş uygarlıkları tanıma ve sahip olmaktan geçer."Mustafa Kemal ATATÜRK
Konya gezisinde devrin başbakanı İsmet İnönü'ye çektiği telgraftan
21 Şubat 1931 Konya- Gazi Mustafa Kemal
Telgraf
Başmüvekkil İsmet Paşa Hazretlerine (Orijinal Metin)
Son tetkik seyahatlerimde muhtelif yerlerdeki müzeleri ve eski sanat ve medeniyet eserlerini de gözden geçirdim.
1.İstanbul'dan başka Bursa, İzmir, Antalya, Adana ve Konya'da mevcut müzeleri gördüm. Bunlarda şimdiye kadar bulunabilen bazı eserler muhafaza olunmakta ve kısmen de ecnebi mütehassısların yardımiyle tasnif edilmektedir. Ancak memleketimizin hemen her tarafında emsalsiz defineler halinde yatmakta olan kadim medeniyet eserlerinin ilerde tarafımızdan meydana çıkarılarak ilmi bir surette muhafaza ve tasnifleri ve geçen devirlerin sürekli ihmali yüzünden pek harap bir hale gelmiş olan âbidelerin muhafazaları için Müze Müdürlüklerine ve hafriyat işlerinde kullanılmak üzere (Arkeoloji) mütehassıslarına kat'i lüzum vardır. Bunun için Maarifce harice tahsile gönderilecek talebeden bir kısmının bu şubeye tahsisi muvafık olacağı fikrindeyim.
2.Konya'da asırlarca devam etmiş ihmaller sebebiyle büyük bir harabi içinde bulunmalarına rağmen sekiz asır evvelki Türk medeniyetinin hakiki mimari şaheserleri sayılacak kıymette bazı mebani vardır. Bunlardan bilhassa Karatay Medresesi, Alâeddin Câmii, Sahip Ata Medrese Camii ve Türbesi, Sırçalı Mescit ve İnce Minareli Cami derhal ve müstacelen tâmire muhtaç bir haldedirler. Bu tâmirin gecikmesi ve âbidelerin kâmilen indirasını mucip olacağından evvelâ asker işgalinde bulunanların tahliyesinin ve kâffesinin mütehassıs zevat nezaretiyle tâmirinin temin buyurulmasını rica ederim.
K.ATATÜRK

Türkiye de arkeoloji yapacak yetişmiş insan olmadığı için devlet bursuyla yurt dışına öğrenciler gönderilmesini ister. Bu gönderilenler Atatürk ün yüzünü ak çıkarırlar. Ekrem Akurgal, Sedat Alp, Arif Müfit Mansel, Halet Çambel, bu dönemin bursiyerleridir.

Atatürk, bu topraklarda yaşamış eski uygarlıkların, belgeler bulunarak incelenmesini ister. Bunun gerçekleşmesi için, 15 Nisan 1931 yılında Türk Tarih Kurumu'nun kurulmasını sağlar. Kendinden sonra bu çalışmaların sekteye uğramaması için mirasının büyük bir bölümünü, araştırmalarda ve kazılarda kullanılmak üzere bu kuruma bırakır.

1935 yılı yaz aylarında,Milli Eğitim Bakanlığı'nın talimatıyla Avrupada arkeoloji okuyan ve tarih okuyan öğrencilerin iki ay süreyle Türkiye de kazılara katılma talimatı geldi. Berlin'den Halil Demircioğlu ve Sedat Alp ile Paris'ten Halet Çambel Orta Anadolu'da Türklerin idare Hitit kazılarına, Ekrem Akurgal ise Batı Anadolu antik çağ kazılarına katılma emrini aldılar. İki ay süreyle bütün Batı Anodolu'yu ve müzelerini bir arkeoloji öğrencisi olarak böylece ilk defa gezme fırsatını buldum. HER GİTTİĞİM YERDE, NEREDE KALACAĞIM PROGRAMLANMIŞTI. BAZI SEYAHATLERİMDE ÖZEL TAKSİ TUTMAM BİLE SAĞLANMIŞTI. Çok yararlı bir gezi oldu ve bana ileride yapacağım çalışmalar için, ilk düşüncelere girişmemi sağladı. Ord. Prof. Ekrem Akurgal ( Bir Arkeologun Anıları, TÜBA-1999 ) Türkiye de eski çağ tarihi ve arkeoloji bilimleri, ortaya çıkışlarını ve gelişmelerini Atatürk e borçludur.Ord. Prof. Ekrem Akurgal
5 Mayıs 1935 Atatürk, bir heyetle Ankara yakınlarındaki Ahlatlıbey kazılarını ziyareti
1930 yazında Yalova'da Afet İnan'a söylediklerinden alıntıdır.
... "Çamurdan tuğla, çanak çömlek ilk insanın yaptığı eserler dendir. Hayvanları ehlileştirmek onlardan muhtelif suretlerle istifade etmek, hayvanları sürüler halinde bulundurmak, insanların ilk yaptığı işlerdendir. Ziraat de böyledir. Bundan başka insanlar bulundukları mıntıkaya göre kerpiçten, tuğladan veya taştan binalar yaptılar. Kanallar açarak bataklıkları kurutmak, muhtelif tarzda sulama usulleri de insanların ilk buldukları şeylerdendir. Güneşi ve yıldızları müşahede sayesinde takvimin esasını koyan, tabiatın en büyük kuvvet olduğunu keşfeden binlerce sene evvel yaşamış eski insanlardır. Gemi inşa eden ve denizlerde dolaşmak kabiliyetini de gösteren, ticaret etmesini öğrenen bu insanlardır. Bütün bu saydıklarımız dünyada ve bütün beşeriyette ilk medeni eserlerdir..."
ATATÜRK SAHA DA
Veliahd Vahdettin ile birlikte Almanya'ya gittiğinde ise, Atatürk Berlin Müzesi'ni ve Pastdam Sarayını gezmiş ve incelemiş; Pergamon Müzesi'ndeki Zeus Tapınağı'nın kendisini ne kadar etkilediğini ve Türkiye'den kaçırıldığı için duyduğu üzüntüyü,sonraki yıllarda, Topkapı Sarayı Müzesi'nin kuruluş çalışmalarını denetlerken,Tahsin ÖZ'e anlatmıştır.
1927 Yılında Sultanahmet ve civarını gezer. Arkeoloji Müzesini ve Topkapı Sarayı Müzesini ziyaret eder. Henüz ziyarete kapalı olan Hırka-i Saadet Dairesini açtırarak ziyaret eder. Padişah portrelerini tek tek inceler.
1929 Eylül'ünde Sultanahmet Cami restorasyonunu inceler ve onarımın çabuklaştırılmasını ister. Bu arada Ayasofya'nın harap ve perişan hali dikkatini çeker. Kubbesinde güvercinler uçuşmaktadır. Avlusu parsellenmiş, kahvehane olarak işletilmektedir. Binayı hemen Maarif Vekaletine bağlatarak Müze olmasını sağlar. "...Ehli salip artıklarının her devirde tamahını çeken Ayasofya'yı müze yapıp ilim alemine hediye ediyoruz" der.
Atatürk Topkapı Sarayını defalarca ziyaret etmiştir. Son ziyaretini gerçekleştirdiği 1934 yılında, kütüphanede Piri Reis'in Amerika haritasını görünce, bunlar gizli olmamasını, dünyaya ve özellikle Amerika'ya gösterilmesini ister.

Atatürk'ün emriyle ve kurduğu Türk Tarih Kurumunun desteğiyle, Ankara civarındaki Uygarlık Merkezlerinde kazı ve araştırmalar yapılır
1933 yılında Ankara'ya 16 Km. uzaklıktaki Ahlatlıbey kazıları gerçekleştirilir. Bakır Çağı ve Hitit Devirleri incelenir.
1933 yılında Ankara'ya 60 Km. uzaklıktaki Karalar kazılarında Galatlar incelenir.1934 yılında Göllüdağ, Alacahöyük kazıları başlatılır.
1937 yılında Ankara Kalesi, Çankırıkapı, Pazarlı, Etiyokuşu/Çubuksuyu kazıları başlar.
1930 lu yıllarda Trakya Bölgesinde İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdür Muavini Dr. Arif Müfit Mansel başkanlığında Araştırma ve Kazılara başlanır. 700 Tümülüs tespit edilir.Mansel'in Vize kazısına hastalığı nedeniyle gidemeyen Atatürk, buluntuları hasta yatağına getirtip incelemiş ve Kazılara devam ediniz, memleketimizin kültür zenginliklerini daha çok bulacaksınız demiştir.Ord. Prof. Arif Müfit Mansel'in Trakya araştırmaları, günümüz arkeologlarına hala ışık tutmaya devam etmektedir.
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Millî Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip ile Ankara Ahlatlıbel'de arkeoloji çalışmalarını izlerken (5 Mayıs 1933)
Bu kazılarda Atatürk Cumhuriyetinin ilk Arkeologları, Tarihçileri, Sanat Tarihçileri, Filologları, Antropologları çalışır.Bu kazılarda, Alacahöyük'te, Hamit Zübeyr Koşay ve Remzi Oğuz Arık tarafından 22 Agustos 1935 te, Ankaranın simgesi olacak meşhur "GÜNEŞ KURSU" bulunur.
Atatürk, 1935 yılında Yalova deniz köşküne çağırdığı Afet İnan ve TTK Başkanı Hasan Cemil Çambel'e (Prof. Halet Çambel'in babası) 10 maddelik bir direktif dikte ettirir.
Her türlü kültürel ve arkeolojik belgelerin toplanma, koruma, restorasyonu için yeterli tedbirlerin alınması, gerekli kurumlarla işbirliği, yerel çevrelerin duyarlı olmaları, yalnızca kazıların yeterli olamayacağı, buluntuların restorasyon görerek korunmaları...10 Maddelik direktifi
1- Her türlü tarihi vesika, malzeme ve abideleri bulma, toplamak ve muhafaza ve restore etmek,
2- Memleket içinde ve dağınık bir halde açıkta duran tarihi eserleri tahrip olunmak, çalınmak, satılmak, ziya'a uğramak ve zamanla kendi kendine harap olmak tehlikesinden masun bulundurmak için hükümetçe bütün tedbirler alınmak,

3- Hükümet otoritelerinin ve belediyelerin yakın ilgi, takip ve mesuliyetleri altında Cumhuriyet Halk Partisi'nin Halk Evleri'ne ve parti organlarına açtıracağı sürekli ve usanmaz bir propaganda faaliyeti ile ve Basın Yayın Umum Müdürlüğü nezareti ve takibi altında günlük gazete ve mecmualarda yaptırılacak sürekli, tesirli, popüler neşriyatla, bu milli tarih mallarının asıl sahibi ılan Türk halkına muhafaza ettirmek,
4- Gerek içeride ve gerek dışarıdaki müzeler ve kütüphanelerde mevcut eski esrlerin ve tabloların kopyalarından koleksiyonlar vücuda getirmek.
5- Ankara, İstanbul, Bursa İzmir, Edirne de muayyen devirlere ve kültürlere ait eserleri toplayarak bu şehirleri büyük üslupta birer eski esrler ve abideler merkezi haline koymak,

6- Ecnebi tarih ekspedisyonların büyük sermayelerle başardıkları kazıları, ileride mali kudretimizin vüs atlı zamanında yapmak üzere, şimdilik, küçük mikyaslarda kazılar tertibi ile arkeolojik ve antropolojik araştırmalar ve keşifler yapmak,

7- Memleket içinde ve dışındaki mühim kazı ve keşif yerlerine seyahatler tertip ederek, bulunan tarihi eserler ve abideler üzerinde ilmi tetkikler yapmak, ( Bu kabsamda Afet İnan, 1933 yılı sonbaharında Yunanistan, Mısır. Filistin ve Suriye de arkeolojik incelemeler yapmış ve dönüşünde bu ülkelerdeki çalışmaları Atatürk e anlatmıştır)

8- Hükümete düşen işleri, bu projeleri uygulamakla görevli komisyonların Hükümet nezdinde takip etmeleri,

9- Yabancı bilim müesseleriyle ve otoriteleriyle, mütehassıslarla işbirliği kurmak,

10- Kültür Bakanlığının verimli yardımını, işbirliğini sağlamak.
Bu gibi fikirleri hala güncelliğini korumaktadır.

Tarih:1993-12-26 Aşagidaki mektup Amerikan Arkeoloji Enstitusu Baskani JamesRussel'in gectigimiz aylarda Ankara'da 15incisi duzenlenen"Uluslarasi Kazi, Arastirma ve Arkeometri Sempozyomu" ile ilgiliizlenimlerini anlatmakta. Bu mektup Amerikan Arkeoloji Enstitusunun yayin organi olan "Archeology" dergisinin Eylul-Ekim sayisindayayinlandi.Turkiye, bildiginiz gibi, arkeolojik açıdan dunyanin en zenginülkelerinden biri. Genelde Turkiye'de pek kamuoyuna ve basinayansımamasina ragmen, geçtigimiz yillarda ülkemizdegerceklestirilen bir çok kazı insanlık tarihinin bilinmeyen çesitliyönlerine açiklık getirdi. Hatta, bu kazılardan bir kısmı,kelimenin tam anlamı ile, medeniyet tarihinin yeniden yazılmasinaneden oldu(mesela Çatalhöyük). Turk Arkeologlar genelde Turk bilim adamları arasında uluslararasi düzeyde en iyi tanınan gurubu oluşturmaktalar. Bu hernekadar Türkiye'nin bulundugu cografyanın dogal bir neticesi gibi görünmekle beraber, bence esas neden özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında bizzat Atatürk'un teşvikleri bu konuda bir çokprofesyonelin yetişmiş olmasıdır. 1920 ve 1930'larda yurtdısına(Almanya'ya) doktora için gönderilen ögrenciler, ve daha sonra ikinci dünya savası sırasinda Türkiye'ye sıgnınan Alman profesörler Türkiye'de güçlü bir arkeoloji temelinin oluşmasınısaglamışlardır

Prof. Kutlu EMRE'nin XVIII. "Uluslararası Çorum Hitit Festivali" ndeki konuşmasından alıntıdır.

"ALACAHÖYÜK kazılarının asıl önemi Cumhuriyet dönemi bilim politikalarına ışık tutmasıdır. Bilindiği gibi Büyük Atatürk Cumhuriyet'in kuruluşundan hemen sonra her alanda olduğu gibi bilimde arkeolojide de dünyanın uygar ülkeleri düzeyinde olmayı hedef göstermiştir. O, hangi dönemde yaratılmış olursa olsun, bir ülkenin yer üstünde veya toprak altında bulunan tüm kültür varlıklarına, birer tapu senedi gibi sahip çıkılmasının gerekli olduğunun bilincindeydi.ALACAHÖYÜK kazıları Atatürk'ün kişisel desteğiyle başladı. Atatürk Türk Tarih Kurumu'nu kurdurarak Alacahöyük kazılarının en iyi şartlarda yapılmasını sağladı.Bu kazılar daha onun sağlığında verdiği parlak sonuçlar ile Türkiye Cumhuriyetinin adının bilim aleminde yerini almasına neden olmuştur. O, bu sonuçlara o kadar önem vermiştir ki, Meclisin açılış konuşmasında bu kazılar üzerinde önemle durmuş, İstanbul'da toplanan Uluslar arası Tarih Kongresine katılarak, dünya bilim adamlarının değerlendirmelerinden ülkesi adına gurur duyduğunu açıklamıştır"

www.arkeolojidunyasi.com

Direnişini 2001'den bu yana sürdürüyordu. Ama 3. Akademik Bilim Komisyonu'na yenildi. Dünya mirası listesine girebilecek kadar değerli Allianoi sular altına gömülüyor.Uzun süredir Yortanlı Baraj Göleti'nin altında kalıp kalmayacağı tartışılan Allianoi'de acı sona gelindi. Bu ünlü örenyerinde 1998 yılından bu yana kazı çalışmaları yapılıyor. Bergama'nın 1800 yıllık ikinci sağlık merkezi, Allianoi'de ortaya çıkartıldı. Yine dünyanın en büyük ve en sağlam kalabilmiş, içinde sıcak suyu bulunan Roma ılıcası da Allianoi'de. Arkeoloji, sanat tarihi, mimarlık, tıp, farmakoloji ve hidroloji tarihi bilimlerinin literatürüne girebilecek önemli sonuçlara yine burada ulaşıldı.Allianoi'nin korunması için Türkiye'de 35 bin imza toplandı ve T.C. Başbakanlığı'na 2005 ile 2006 yıllarında en çok Allianoi'nin korunması için yazılı başvuru yapıldı. Çok sayıda etkinlikle de Allianoi anlatıldı. Fakat bütün bunlar sonucu etkileyemedi. Allianoi 2001 yılında I. derecede arkeolojik sit alanı ilan edilmişti. Ama bu karar oraya baraj yapılmasını engelliyordu. Bu nedenle kararın kaldırılması için çeşitli yöntemler denendi ve Ekim 2007'de amaçlarına ulaştılar. Korumaya yönelik alternatif projeler ise 'pahalı oldukları' gerekçesiyle hep reddedilmişti. Oysa Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın 2005 yılında oluşturduğı 1. Akademik Bilim Komisyonu hem Allianoi'nin sualtında bırakılarak korunmasının mümkün olmadığını, hem de dünya kültür mirası listesine girebilecek değerde önemli bir örenyeri olduğunu vurgulamıştı. Bu karara rağmen bir yıl sonra ikinci bir akademik bilim komisyonu oluşturmasına ihtiyaç duyuldu. Ancak bu komisyon da sualtında kalma gibi bir kararı kendilerinin veremeyeceğini rapor etti.Allianoi suya direnmiş ama komisyonların arkası gelmemişti. Nihayet geçtiğimiz aylarda 3. Akademik Bilim Komisyonu kararını verdi ve koruma kurulunun onayı ile Allianoi'nin sular altında bırakılması karara bağlandı. Henüz bilimsel kazılar tamamlanmadan, üstüne üstlük uluslararası sözleşmeler hiçe sayılarak alanın bu kararla, dünyanın sayılı kültür miraslarından birine ev sahipliği yapan Türkiye, önümüzdeki günlerde onu kendi elleriyle geri dönüşü olmayacak biçimde sulara terk etmiş olacak.Atlas Ocak 2008, Sayı 178














































































Önceki Kayıtlar